Zekat hakkında geniş bilgi, Güncel Sorular

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

ZEKÂT

Zekat hakkinda genis bilgi Guncel Sorular

Arapça yazılışı: الزكاة

Zekat, İslam’ın beş şartından biridir.

Sözlükte “artma, arıtma, iyi olma, temiz olma ve bereket” mânalarına gelen “zekât“, terim olarak Kur’an’da belirtilen kişilere sarfedilmek üzere dinen zengin sayılan müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. “Sadaka” kelimesinin dinî literatürdeki terim anlamlarından biri zekât olduğu gibi, tarım ürünlerinden alınan onda bir oranındaki zekât için de ușr (öşür) terimi kullanılmıştır. Kur’an’da “zekât” kelimesi otuz âyette geçer ve bunların yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilir. Kur’an’da sadaka terimi de hepsi Medenî sûrelerde olmak üzere on iki âyette zekât anlamında yer alır.
Hadislerin yanı sıra Hulefâ-yi Râşidîn ve Emeviler döneminde de zekât ve sadaka terimleri genelde es anlamlı olarak geçse de sadaka, hadislerde ve örfte, mecburi olmayan gönüllü ödemeleri de içine alan daha genel bir anlama sahip olmuştur (bk. SADAKA).

Yılı tartışmalı olsa da zekâtın, Medine döneminde farz kılındığında görüş birliği vardır. Buhâri’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber’in zekât farz kalınmadan önce fitır sadakası vermeyi emrettiği, zekât farz kılındıktan sonra fitır sadakasını ne emrettiği ne de yasakladığı, müminlerin onu vermeye devam ettikleri belirtilir (Buhâri, “Zekât”, 76; Nesai, “Zekât”, 35; İbn Mâce, “Zekát”, 21).

Mekke döneminde názil olan âyetlerde inanç, temel ahlaki değerler ve dini kimlik inşası konuları ağırlıklı olsa da kişinin sosyal sorumluluğu, çevresindeki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerine karşı duyarlı olması da değişik vesilelerle işlenmiştir. Medine döneminde inen ayetlerde ise iman, ibadet, ahlak ve sosyoekonomik hayat arasındaki sıkı bağı ifade eden düzenlemeler daha dikkat çekicidir. Zekât bu ilişkilerin tam merkezinde yer almaktadır. Kur’an ve sünnette namazla zekâtın genelde birlikte zikredilmesi, iki temel ibadet arasında yakın bir bağ olduğunu göstermesi yanında, namazın şahsi bedeni, zekâtın da içtimai-mali ibadetleri temsil etmesi ve dindarlığın kemalinin bu iki kanaldaki sorumlulukların ifasıyla gerçekleşeceği anlamını taşır. Nitekim Kuran’ın ifadesine göre zekât verme mümin, takvā ve ihsan sahibi iyi kimselerin özelliğindendir. Zekâtın Allah katında ve sosyal hayattaki değerini bilen ve kurtuluşa ermek isteyen müminler zekātlarını verirler ve dünyada safa sürmek için değil zekât verebilmek için çalışıp zengin olmak isterler. Allah’ın dostluğu da ancak O’na inanmakla, namaz kalıp zekât vermekle kazanılır (el-Mâide 5/55; el-A’râf 7/156; el-Mu’minun 23/1-4; el-Müddessir 74/42-443B ed-Duhâ 93/9-11; el-Mâûn 107/1-3).

Zekâtın, sırf Allah’ın emri olduğu için ifası gereken ve samimi niyeti gerektiren ibadet yönünün yanı sıra bireyde ve toplumda dini ve ahlaki değerleri yücelten, sosyal yapıyı güçlendiren, ekonomik hayata canlılık getiren birçok yararı vardır. Zekât, fakirin hakkıdır, onu vermek, kişinin maddi ve manevi bakımdan temizlenmesini ve arınmasını sağlar. Zengini cimrilik hastalığından, aşırı mal hırsından kurtarır; ona
cömertlik ve kendi alın terinden bir pay verebilme, verilen nimete yine kendi cinsinden şükretme hasleti kazandırır. Toplumda sosyal dayanışmayı güçlendirir, devletin ulaşamadığı ihtiyaç sahiplerine uzanarak kardeşlik duygularını besler, fakiri onurunu incitmeden himayesine alır, sermayenin âtıl kalması yerine yatırıma yönelmesini sağlar.

Zekâtın sosyal dayanışma bakımından önemi yanında onun kadar önemli bir diğer işlevi de kişinin kazancını arındırıp bereketlendirmesidir. Nitekim yüce Allah Hz. Peygamber’e hitaben “Onların mallarından, kendilerini temizleyip arındıracak bir miktar zekât al” (et-Tevbe 9/103) diye emretmiş; Hz. Peygamber de “Allah, zekâtı ancak mallarınızın kalan kısmını temizlemek için farz kıldı” (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 32) buyurmuştur. Bir başka hadis de șu mealdedir: “Zekât (sadaka) vermek maldan hiçbir şey eksiltmez” (Müslim, “Birr”, 69). Kişi zekât vermeyi bir alışkanlık haline getirmekle bencillik ve cimrilik gibi ruhu karartan eğilimlerden kurtularak cömertlik ve iyilik gibi yüce özelliklere sahip olur. Bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmuştur: “Kim nefsinin cimriliğinden korunmuşsa, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır” (el-Haşr 59/9). Bu bakımdan bir manevi arınma aracı olarak zekât fakirlerden çok zenginlerin muhtaç olduğu bir ibadettir.

İslamda Zekat Nedir?

I. Zekâtın Şartları

Kişinin zekât vermekle yükümlü olmasının (vücûb) sebebi artıcı vasıfta belirli oranda (nisap) bir mala malik olmak; ödemenin geçerli sayılmasının temel unsuru (rüknü) ise dinen ödenmesi gereken miktardaki malı hak sahibine vermektir. Bunun için gerek yükümlü (mükellef) ve malla ilgili şartlar gerekse zekâtın dağıtımıyla ilgili belli kurallar söz konusudur.

A. Mükellefte Bulunması Gereken Şartlar

1. Müslüman olmak. Kur’an’da zekât ve sadaka

terimleriyle işaret edilen zorunlu mali yükümlülükler müslümanlara yöneliktir. Hz. Peygamber de Islam’ın şartları arasında saydığı zekâtın müslümanlardan alınacağını söylemiş ve zekât vermenin mali bir yükümlülük olduğu kadar bir ibadet olduğunu da teyit etmiştir (Buhâri, “Imân”, 2, “Zekât”, 1). Resulullah, Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken kendisine su talimatı verir: “Onları önce Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim Allah’ın
peygamberi olduğumu bilmeye ve tanımaya davet et. Eğer kabul ederlerse her gece ve gündüz üzerlerine beş vakit namazın farz kılındığını öğret. Bunu da kabul ederlerse onlara bildir ki Allah kendilerine mallarından zekāti farz kılmıştır; bu zekât zenginlerinden alınır ve fakirlerine verilir” (Buhari, “Zekât”, 1). Uygulamada da zekât müslümanlardan alinagelmiştir.

2. Hür olmak. Esir veya hapiste olan kişinin zekât yükümlülüğü düşmez, yani bu kişi, imkânı varsa vekalet vererek, yoksa esaret veya hapis hali sona erdikten sonra veremediği yıllara ait zekâtı hesaplayarak vermekle yükümlüdür. Zira bu iki durumda onun malı ile mülkiyet bağlantısı devam etmektedir. Ancak Hanefiler’e göre esaret veya hapis halindeyken malı helak olsa veya gasp, hırsızlık, kaybolma ve benzeri yollarla geri dönmeyecek şekilde elinden çıkmış olsa, helak olan veya elinden çıkan kısım için zekât vermez. Diğer mezheplere göre ise zekât vâcip olduktan sonra malın helak olması zekât sorumluluğunu düşürmez, helak olan malların zekâtını vermesi gerekir. Öte yandan kölelik rejiminin hâkim olduğu dönemlerde köleler zekâtla yükümlü tutulmamıştır. Ancak efendilerinin izniyle ticaret yaparak nisap miktarı mala sahip olan kölelere gelince, Ebû Hanife ve İmam Şâfii’ye göre bunların mallarından kendileri değil efendileri zekât verir.

3. Akıl ve baliğ olmak. Çocuklara ve akıl hastalarına (mecnun) ait toprak mahsullerinden zekât (öşür) alınacağı hususunda İslam âlimleri arasında görüş birliği vardır. Diğer malların durumu ise fikıh bilginleri arasında tartışmalıdır. Zekâtta ibadet yönünü baskın gören ve yükümlülük için akıl ve bâlig (ergen) olmayı gerekli sayan Ebû Hanife ve talebelerine göre akıl hastasının ve çocuğun hiçbir malından velisi veya vasisi zekât ödemekle mükellef değildir. Zekâtta sosyal ve mali yönü baskın gören İmam Şâfiî’ye göre ise çocuğun ve akıl hastasının malından velisi veya vasisi zekât ödemekle yükümlüdür.

B. Malda Bulunması Gereken Şartlar

Kişinin malının zekâta tâbi olabilmesi için şu şartlar aranır:

1. Tam mülkiyet. Burada tam mülkiyetle kastedilen, malın hem kendisinin (çıplak mülkiyet) hem de ondan
sağlanan menfaatlerin sahibinin tasarruf yetkisi altında bulunmasıdır. Yani mal hem mükellefin tasarrufu altında bulunacak, hem de ona başkalarının hakkı ilişmeyecek ve o maldan hasil olan fayda mükellefe ait olacaktır. Bu şartın sonucu olarak kamuya ait mallar, kamu yararı ve hayır işlerine vakfedilen mallar ile hırsızlık, rüşvet, faiz ve ihtikâr gibi İslam’ın haram saydığı yollardan kazanılan mallar zekâta tâbi değildir. Çünkü kamuya ait mallar kimsenin mülkü olmadığı gibi haram mal da onu elinde bulunduranın mülkü kabul edilmez ve o mal üzerinde tasarrufta bulunmasına engel olunur. Diğer yandan bir kişinin devlet tarafından el konulan, gasbedilen, kaybolan, düşman tarafından alınan, denize düşen malları gibi elde bulunmayan, ele geçmesi de umulmayan malları, Şáfiiler’e göre zekâta tâbi iken Hanefiler bu malları zekat kapsamı dışında tutmuşlardır.

Zekât yükümlülüğünde tam mülk şartının tabii bir sonucu olarak alacakların zekâtı meselesi de tartışma konusu olmuştur. Ebu Hanife’ye göre alacaklar üç türlüdür:

a. Kuvvetli alacak. Borç verilen para ve satılan ticaret mallarının mali bedeli gibi. Bu tür alacak zekâta tâbidir, fakat kişi alacağından en az nisap miktarının beşte biri (40 dirhem gümüş = 118.8 gr.) kadarını elde etmedikçe bundan dolayı zekât ödemek zorunda değildir.

b. Orta kuvvette alacak. Ev kirası gibi bir alacakta geçen yıllar için zekât borcu tahakkuk eder; ancak zekât borcunun ödenmesi için alacaktan en az gümüşün zekât nisabı olan 200 dirhem (595 gr. gümüş) veya karşılığı miktarın tahsil edilmesi gerekir. Bu iki tür alacağın zekâtı da geçen yılların zekât borçları hesap edilerek ödenir.

c. Zayıf alacak. Mal bedeli olmayan mehir, diyet gibi alacaklar zekâta tâbi değildir. Tahsil edildikten sonra diğer yükümlülük şartlarının da gerçekleşmesi halinde zekata tâbi olur.

İslam İşbirliği Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin (Cidde) bu konudaki kararı (22-28 Aralık 1985) ödenmesi ihtimali kesin ve kuvvetli olan alacakların her yıl; borçlunun mali sıkıntıda olduğu ve geciktirilen alacakların ise elde edildikten bir yıl sonra zekâtının verilmesi gerektiği yönündedir.

2. Nemâ. Sözlükte “artmak, çoğalmak, gelişmek” anlamına gelen nemâ, terim olarak hakiki ve takdiri olmak üzere ikiye ayrılır. Hakiki nemâ malın gerçek anlamda artışını ifade eder ve toprak ürünleri, ticaret malları, hayvanlar, define ve madenler bu grupta mütalaa edilir. Takdiri (hükm) nemá ise bir malın potansiyel olarak artma, arttırılma ve çoğalma özelliğine sahip bulunması sebebiyle fiilen artış gerçekleşmese bile artıcı (nâmi) nitelikte sayılmasıdır. Altın, gümüş ve para böyledir.

3. Asli ihtiyaç kapsamında olmamak. Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de o malın kişinin asli/temel ihtiyaçlarını (havaic-i asliyye) karşılayacak miktarın dışında olmasıdır. Fikıh âlimlerinin çoğunluğunca, nema vasfına sahip olmadıkları veya asli ve zaruri ihtiyaçlardan sayıldıkları için zekâttan istisna edilen maddeler şu şekilde sıralanabilir: Oturulan ev, giyilen elbise, kullanılan ev eşyası, eski dönemde hizmetçiler (köleler), binek veya yük hayvanları, zirai işlerde kullanılan hayvanlar, silahlar, ailenin yiyecek maddeleri, altın ve gümüşün dışında kalan bütün süs eşyası, inci, yakut, zümrüt gibi kıymetli taşlar, kitaplar ve sanat aletleri. Fıkıh kaynaklarında geleneksel hayat tarzının ihtiyaçlar doğrultusunda bu maddelere yer verilmekle birlikte asli ve zaruri ihtiyaçların yer ve zamana, bölgelere, örf ve ådetlere göre değiştiği de unutulmamalıdır.

4. Nisap. Artıcı özellikte ve asli ihtiyaç dışı mallar ancak “nisap” denilen belirli bir miktara ulaştığında zekâta tâbi olur. Bir kimsenin zekât mükellefi sayılması için belirlenen asgari zenginlik sınırı (nisáb-iginá), 200 dirhem (595 gr.) gümüş, 20 miskal (85 gr.) altın, 40 koyun, 5 deve ve 30 sığırdır. Diğer mallarda nisap, altın ve gümüş nisabına göre takdir edilir. Günümüz İslam âlimlerinin bir kısmına göre ilk dönemlerde temel zenginlik aracı olarak görülen bu mallardaki nisap sınırları, birbirine yakın ekonomik değer taşımakta ve ortalama bir zenginlik ölçüsü getirmektedir. Ancak sonraki dönemlerde bu miktarların değerleri arasında ciddi farklılaşmalar meydana gelmiştir. Günümüzde ise zenginlik ölçüt ve sınırları büyük ölçüde değişmiştir. Bundan dolayı fetva kurulları, zekâta tâbi mallarda nisap miktarının yeniden ele alınmasına ihtiyaç bulundugunu sıkça dile getirmekte ve

a. yalnız altın nisabının esas alınması,

b. bu nisapların ortalama değerinin alınması,

c. mal türüne ve ekonomik şartlara göre ayrı ayrı belirlenmesi vb. alternatif görüşler ileri sürmektedir.

5. Üzerinden bir yıl geçmiş olması. Fakihlerin çoğunluğu, altın ve gümüş, ticaret malları ve

hayvanlarda havelânü’l-havli, yani bir malın zekata tâbi olması için nisap miktarına ulaştıktan sonra üzerinden ay takvimine göre bir (kameri) yılın geçmesini sart koşarlar. Ancak yıl başında ticaret mali ve para varlığı nisap miktarına ulaşan mükellefin yıl ortasında elde ettiği mal ve paranın da üzerinden bir yıl geçmesi gerekmez. Zekâtı hasat mevsiminde ödenen toprak mahsulleri için bu şart söz konusu değildir. Madenlerin zekâtı da elde edildikleri zaman ödenir.

6. Borç karşılığı olmama. Elde mevcut bir malin zekâta tâbi olması için ödenecek bir borcun karşılığı olmaması gerekir. Fakihlerin çoğunluğu, borcun “el-emvålü’l-bâtına” (gizli mallar) denilen altın ve gümüş ile ticaret mallarının zekâtında etkili olacağı; “el-emvâlü’z-zâhire” (açık mallar) denilen toprak mahsulleri, hayvanlar ve madenlerde ise etkili olmadığı görüşündedir. Hanefiler’e göre borçlar üç kısma ayrılır: a. Sadece şahısları ilgilendiren borçlar. b. Allah için olan, fakat şahıslar tarafından da istenilebilen borçlar. Zekât bu nevi bir borçtur. c. Şahıslar tarafından talep edilemeyen, Allah için olan borçlar. Nezir ve kefaret bu çeşit borçlardandır. İlk iki grupta yer alan borçlar zekât mallarının nisabını düşürürlerse bu mallarda zekât tahakkuk etmez. Üçüncü grupta yer alan borçlar zekâtın tahakkukuna mani değildir. İmam Şâfii’ye göre borç hiçbir malda zekâtın vücübuna engel değildir. Bu görüş ayrılığı, zekâtın ibadet yönüne mi yoksa fakir için bir hak oluşuna mı öncelik verileceği hususundaki yaklaşım farkından kaynaklanmaktadır.

C. Zekátın geçerlilik (sıhhat) şartları

Verilen bir zekâtın dinen geçerli (sahih) olması için zekât olduğuna niyet etmek ve hak sahibine temlik etmek (mülkiyetine geçirmek) gerekir. Zekâtın bir yönüyle ibadet, diğer yönüyle fakirin hakkı olduğunu dikkate alan fakihler -diger ibadetlerde olduğu gibi zekātin eda edilmesinde de mükellefin zekât verme niyetinin şart olduğunda görüş birliği içindedir. Baskın görüş niyetin zekât borcunu hesaplama anında yapılabileceğidir.
İkinci geçerlilik şartı zekâtı hak sahibinin mülkiyetine geçirmektir. Temlik şartının bir sonucu olarak fıkıhta yerleşik görüşe göre nihayetinde bir hayır ve salih amel de olsa cami, yol, köprü, çeşme yapımı gibi hayır hizmetlerine zekât niyetiyle mal ve para verildiğinde temlik şartı gerçekleşmediğinden mükellefin zekât borcu düşmez. Ölülere kefen alma, ölenin borcunu ödeme, hayır vakıflarına yardım gibi yollarla da zekât borcu ödenmiş olmaz.

II. Zekâta Tâbi Mallar

A. Altın ve Gümüş

Tevbe süresinin 34-35. âyetlerinde altın ve gümüşte Allah yolunda ödenmesi gereken bir mali mükellefiyetin bulunduğu belirtilmekte, hadislerde de altın ve gümüşün zekâta tâbi mallar olduğu daha açık bir şekilde kaydedilmektedir. Hz. Peygamber, onu takip eden Hulefâ-yi Râşidin ve Emeviler devrinde piyasada tedavülde olan para “dirhem” (gümüş) ve “dinar” (altın) adı verilen paralardı. Ayrıca külçe halinde altın ve gümüşler de ödemeler için kullanılıyordu. Bu sebeple “altın” ve “gümüş” denildiğinde o devirler için hem para birimi olan dirhem-dinar hem de külçe halindeki altın ve gümüş anlaşılmalıdır. Bu durumda altın ve gümüşün zekâti konusu, “nakit ve külçe olarak altın-gümüş” ve “altın ve gümüşten yapılan ziynet eşyaları” şeklinde iki ayn başlıkta ele alınmalıdır.

1. Nakit ve külçe altın-gümüş.

Tarihi veriler, Hz. Peygamber zamanında gümüşün ve gümüş paraların piyasada altına ve altın paraya göre çok daha fazla kullanılmakta olduğunu göstermektedir. Gümüşün zekât nisabının 200 dirhem (595 gr.), altının 20 miskal (85 gr.), her ikisinin de zekat nispetlerinin 1/40 olduğu hususunda görüş birliği vardır. Kaynaklardan altın ve gümüş nisaplarının ilk dönemde değer olarak birbirine denk olduğu anlaşılmaktadır. Madeni ve kâğıt paralar da altın ve gümüş hükmündedir.

2. Ziynet (süs) eşyası olarak altın-gümüş.

Kadınların altından ve gümüşten yapılan ziynet eşyasının zekâta tâbi olup olmadığı hususunda başlıca iki görüş vardır. Ebu Hanife’ye göre kadının ziynet eşyasında zekât yükümlülüğü vardır. Şafii’ye göre ise kadının ziynet eşyası zekâta tabi değildir. Kadınların altın ve gümüş dışındaki süs eşyasının zekāta tābi olmadığı ve erkeklerin kullandığı altından ve gümüşten mâmul eşyanın -kullanımı erkekler için haram dahi olsa-zekata tâbi olduğu hususlarında ise görüş birliği vardır.

B. Ticaret Malları

Ticaret mallarının zekât nisabında altın veya gümüş nisabının değeri ölçü alınır, bu degerin altında kalan ticaret malina zekat gerekmez. Ancak ilk dönemde altın ve gümüş nisabının değerleri arasında bir denklik bulunsa da gümüş zamanla altına nispetle büyük bir değer kaybı yaşamıştır. Günümüz fikih alimleri altının asırlardır kıymetli maden olma özelliğini koruduğunu söyleyerek nisapta onun esas alınması gerektiği görüşündedir.

C. Hayvanlar

Hayvanların zekâtıyla ilgili dini hükümler

Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Buna göre deve nisabı beş deve, koyun nisabı da kırk koyun, sıgır nisabı ise otuzdur. Fıkıh bilginleri keçileri koyun, mandalar ise sığır sınıfından saymışlardır.

Develerin zekât nispetleri şöyledir: 5-9 arasında bir koyun, 10-14 arasında iki koyun, 15-19 arasında üç koyun, 20-24 arasında dört koyun, 25-35 arasında iki yaşında bir dişi deve, 36-45 arasında üç yaşında bir dişi deve, 46-60 arasında dört yaşında bir dişi deve, 61-75 arasında beş yaşında bir dişi deve, 76-90 arasında üç yaşında iki dişi deve, 91-120 arasında beş yaşında iki dişi deve. 1’den 120’ye kadar olan develerin ödenecek zekat miktarlarında fakihler görüş birliği içindedir. Deve sayısı 120’yi aşınca mezheplerin görüşleri de farklılaşır. Mesela Hanefiler’e göre 121 deveden sonra baştan başlanır ve odenecek zekât ilkinde olduğu gibi hesaplanır. Şafiiler’e göre 120’den sonra her kırk devede üç yaşında bir dişi deve, her elli devede dort yaşında bir dişi deve verilir.

Koyunlarda otuz dokuza kadar olan sayı zekâta tabi değildir. 40-120 arası koyuna bir koyun, 121-200 arası iki koyun, 200-399 arası üç koyun, 400-500 arası dört koyun, bundan sonra her 100 koyunda bir koyun zekât olarak verilir. Sığır cinsinden her otuz sıgırda bir adet bir yaşını doldurmuş ve iki yaşına basmış dana/duve (tebi/tebia), her kırk sığırda bir adet iki yaşını doldurup üç yaşına basmış dişi sığır (müsinne) zekât olarak tahsil edilir.
Deve, sığır ve koyun cinsi hayvanların bu nisaba göre zekåta tâbi olabilmesi için genelde aranan şartlara ilaveten bu hayvanların saime olması; yani senenin çoğunu meralarda otlayarak geçirmesi şartı söz konusudur. Hz. Peygamber devenin de zekâta tabi olabilmesi için saime olması gerektiğini beyan etmiştir. Buna göre yemle beslenen, ziraat, nakliyat vb. işlerde kullanılan hayvanlar anılan nisaba göre değil, ticaret malları şart ve nispetleri içinde zekata tâbidir.

Atlardan zekât alınıp alınmayacağı hususunda başlıca iki görüş vardır. Fakihlerin çoğunluğuna göre konuyla ilgili bazı rivayetlerden dolayı atlar zekâta tâbi değildir. Atların binek veya ticaret amaçlı oluşunu birbirinden ayıran Ebû Hanife’ye göre ise ticaret amaçlı beslenen, nesli elde edilip ileride satılmak maksadıyla erkeği dişisi karışık bir halde yaşayan, yılın çoğunu otlaklarda geçiren atlar ya at başı 1 dinar veya paraya göre kıymetlendirilerek bu değer üzerinden 1/40 nispetinde zekâta tâbidir.

D. Tarım Ürünleri

Sözlükte “onda bir” anlamına gelen “usr” kelimesinin Türkçeleşmiş şekli olan “öşür”, fikıhta toprak ürünlerinden tahsil edilen zekâtı ifade eder. Toprak mahsullerinden zekât (öşür) verilmesinin farz oluşu kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Bakara süresinin 267. âyetinde, “Sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak edin” buyurularak zirai ürünlerde mali mükellefiyetin varlığına işaret edilmiş ve En’âm süresinin 141. åyetinde müslümanlara hasat günü mahsullerinin haklarını vermeleri emredilmiştir. Hz. Peygamber de “Toprak mahsullerinden yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile (el emeğiyle) sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” (Buhari, “Zekát”, 55) buyurmuştur. İslam âlimleri de zirai mahsullerde zekâtın farz olduğu hususunda görüş birliği içindedir.

Kişinin öşür ödemekle yükümlü sayılmasının (vücub) sebebi fiilen ürün vermiş arazidir. Yani bir kimseye öşrün farz olduğundan söz edilebilmesi için onun topraktan elde ettiği bir ürünün mevcut olması gerekir. Yükümlülük şartları iki gruba ayrılabilir. Yükümlü (mükellef) ile ilgili şartlar müslüman olmak ve ürünün mülkiyetine sahip bulunmak; öşre konu
olan mal ile ilgili şartlar da ürünün öşür toprağından (kişinin özel mülkiyetinde bulunan arazi) elde edilmiş olması, ürünün mevcut bulunması ve ürünün belirli nitelikte olmasıdır.

Yukarıda zikredilen âyet ve hadisten genel olarak bütün toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği anlaşılmakla beraber zekâta tâbi bazı ürünleri özellikle belirten hadisler de vardır. Bu delilleri değerlendiren mezhep imamları hangi toprak ürünlerinin zekâta tâbi olacağı konusunda farklı sonuçlara ulaşmıştır. Ebu Hanife’ye göre ot, odun, kamış ve meyvesiz ağaçlar gibi ziraat amacı olmaksızın yetişenler dışında bütün toprak ürünleri zekâta tâbidir. Ebû Hanife’nin iki talebesi Ebû Yusuf ve İmam Muhammed çürümeden bir sene kalabilen toprak ürünlerinden zekât verilmesi gerektiği, meyve ve sebzelerin ise zekâttan istisna edildiği kanaatindedir. İmam Şâfii’ye göre gıda maddesi özelliğine sahip olup bir yıl saklanabilen ürünler zekâta konu olur.

Yükümlülük, yani öşrün kişiye farz olması için, malın miktarında aranan asgari oran (nisap) konusunda iki temel yaklaşım vardır. Ebü Hanife’ye göre toprak ürünlerinde nisap şartı aranmaz, miktarı ne olursa olsun zekâta tâbidir. Hanefi mezhebinde Ebû

Hanife’nin görüşü esas alınmıştır. Diğer üç mezhep ve Hanefi mezhebinden Ebû Yüsuf ile Imam Muhammed gibi toprak ürünlerinde nisap şartını koşanlara göre ise kabuksuz olarak depo edilen buğday ve arpa 5 vesk (yaklaşık 653 kg.) ve üzerindeyse zekata tabidir. Eğer pirinç gibi kabuğuyla birlikte depo edilmişse nisap belirlenirken bunun iki katı esas alınır. “Beş veskten az üründe zekât yoktur” (Buhâri, “Zekât”, 42) anlamındaki hadis bu görüşün dayanağını oluşturur. Ebû Hanife ise Bakara sûresi 267. âyeti ile En’ám sûresi 141. âyetinde ve ayrıca öşür oranlarını belirleyen hadiste herhangi bir orandan bahsetmeyen genel ifadeyi delil olarak göstermektedir.

Üründen alınacak öşür miktarıyla ilgili hadiste yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprakların mahsulünden onda bir, kova ile sulanan, yani emek verilerek sulanan toprakların mahsulünden yirmide bir oranında zekat alınacağı belirtilmiştir (Buhari, “Zekât”, 55). Bu sebeple Hz. Peygamber döneminden itibaren, eger toprak emek sarfedilmeden mesela yağmurla veya nehir suyu ile tabii biçimde sulanıyorsa 1/10 (% 10),
emek harcanarak veya dolap vb. aletler kullanılarak sulanıyorsa 1/20 (% 5) nispetinde zekât alınagelmiştir. Bu hususta fakihler arasında görüş ayrılığı yoktur. Tohum, gübre ve işçi ücretleri gibi masraflar toprak ürünlerinin zekât nispeti belirlenirken dikkate alınmaz. Ancak zekât hesaplanırken önce bunların düşülüp düşülmeyeceği hususunda farklı değerlendirmeler vardır. Çağdaş İslam âlimlerinden Yusuf el-Kardāvi, günümüz şartlarında önemli bir yekün tutan bu masrafların zekât hesaplanmadan önce düşülmesi gerekeceği kanaatindedir.

Ekinlerin zekâtı Ebû Hanife’ye göre taneler ortaya çıktığı, Şafiiler’e göre sertleşmeye başladığı zaman; meyvelerin zekâtı Ebu Hanife ve Şâfiiler’e göre olgunlaşmaya başladığında, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre devşirme zamanı geldiğinde vacip olur. Toprak ürünlerinin zekâta tâbi olması için üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir; yıl içinde kaç defa ürün alınıyorsa her defasında öşrü ödenir.

E. Madenler

Madenlerle ilgili hadisler ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını değerlendiren fakihler madenleri ikiye ayırıp toprağın üstünde olup ulaşılması fazla emek gerektirmeyenlere açık madenler, toprağın derinliklerinde olup belli bir emek ve işlemle kendilerine ulaşılabilenlere de “gizli madenler” adını vermiş, dönemlerinin şartları ve bilgilerine göre bunları örneklendirmiştir. Mesela tuz, kömür ve zift birinci; altın, gümüş ve bakır ikinci gruba girer. Açık madenler, özel mülkiyete konu olmaz, herkes bu nevi madenlerden yararlanmakta eşit haklara sahiptir. Gizli madenlerin mülkiyetinin şahıslara verilip verilemeyeceği ise tartışmalıdır.

Hanefi fakihlerinden Serahsi, yukarıdaki ayırıma ek olarak madenleri, zekâta tâbi olup olmamasına göre bas bir tasnife tâbi tutar. Bu tasnife göre yer altından çıkarılan madenler üç kısımdır: 1. Katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen madenler: Altın, gümüş, demir, bakır gibi. 2. Eritilmeye uygun olmayan katı madenler: Mermer, kireç taşı, kömür gibi. 3. Sıvı olup katılaşmayan madenler: Cıva ve petrol gibi. Hanefi fakihlerine göre sadece ilk gruptaki madenler (altın, gümüş, demir, bakır gibi) zekâta tabidir. Imam Şâfii’ye göre sadece altın ve gümüş zekata tâbi olup bunların dışında kalan hiçbir maden
zekata tâbi değildir. Hanbeli mezhebine göre hangi türden olursa olsun yerden çıkan bütün madenler zekâta tâbidir. İmam Mâlik’e göre barış yoluyla alınan yerlerdeki arazilerde bulunan madenler toprak sahibine; savaşla fethedilen topraklardaki madenler hangi türden olursa olsun devlete aittir.

Klasik dönem fakihlerinin madenlerin zekâta ne ölçüde tabi olacağına ilişkin değerlendirmelerinin bu konuda dönemlerinin bilgi ve imkânlarıyla, genelde küçük çaplı olan madenlerin o günkü şartlarda taşıdığı önem ve ekonomik değerle yakından ilgili olduğu hususu gözden kaçırılmamalıdır. Madenlerin milli ve milletlerarası ekonomik değer, hatta stratejik önem kazandığı günümüzde ise maden hukukunu yeni şartlar çerçevesinde değerlendirmek, şahıslardan çok toplum ve devletin menfaat ve hukukunu öne alan düzenlemeler yapmak gerekir.

Hanefi fakihleri madenlerin 1/5, Şafii fakihleri ise 1/40 nispetinde zekâta tâbi olacağını söylemişlerdir. Madenlerin 1/40 nispetinde zekâta tâbi olduğu görüşünü savunan fakihler bunu zekât terimiyle isimlendirirken madenlerin 1/5 nispetiyle vergilendirileceğini söyleyen Hanefi fakihleri bu vergiye “humus” (bește bir vergisi) adını vermiş ve konuyu devlet gelirleri içinde değerlendirmişlerdir. Bir diğer husus ise madenlerde zekât için bir yıl geçme şartının aranmaması ve -zekât olup olmadığı tartışmasına bağlı olarak- Hanefiler haricindeki mezheplerde nisap şartının koşulmasıdır.

E. Rikâz

Rikäz Hanefiler’e göre maden, define, hazine ve insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü eşya için kullanılan genel bir terimdir. İmam Şafii’ye göre ise eski devirlerde saklanan ve İslam döneminde bulunan kıymetli eşyadır. Bu görüşe göre madenler rikâzın kapsamı dışındadır. Rikáz, sahipsiz arazide bulunmuşsa 1/5 nispetinde vergiye tábi tutulur, kalan 4/5’i bulana aittir. Mülk arazide bulunmuşsa yine aynı oranda vergiye tabidir, kalan miktar ise mülk sahibinindir. Vergi konusu olabilmesi için üzerinden bir yıl geçmesi gerekmez. Ebû Hanife ve talebelerine göre nisap da şart değildir. Diğer üç mezhep imamına göre ise nisap şarttır. Bulunan eşyanın İslam dönemine ait olduğuna dair bir alamet varsa lukata yani yitik eşya olarak kabul edilir ve
bir yıl müddetle ilan edilir, sahibi çıkmazsa devlet hazinesine (beytülmal) verilir. Denizden elde edilen inci, mercan, amber gibi eşyayı fakihlerin büyük çoğunluğu zekâta tâbi saymazken Ebû Yüsuf bunları da rikaz hükmünde görmüş ve 1/5 nispetinde zekâta tâbi olduğunu söylemiştir.

G. Sanayi Sektörü

Günümüzde fabrika, atölye gibi büyük iş yerlerinin hangi usulde zekâta tâbi olacağı konusunda başlıca iki görüş vardır. Birinci görüşe göre bunların sâfi gelirlerinden % 5, gayri safi gelirlerinden % 10 oranında zekât alınır. İkinci görüşe göre ise sermaye + gelirinden % 2,5 nispetinde zekât tahsil edilir. Burada birinci görüşü savunanlar, -nasıl arazinin sulama tekniğine göre mahsulünden % 10 veya % 5 zekât alınıyorsa-zekât oranlarının da sanayi kuruluşlarının fiziki değerlerinden değil safi yıllık gelirlerinden %5. gayri safi gelirlerinden % 10 oranında zekât alınması gerektiğini söylemişlerdir. İkinci görüşe göre ise sanayi sektöründeki üretim makinelerinin aşınma, yıpranma, eskime ve yenisiyle değiştirilme, özellikle yeni teknolojik gelişmelerin gerektirdiği yeni makinelerin öncekileriyle değişim zorunluluğu gibi özellikleri vardır. Bu sebeple sanayi sektörünün ziraat arazisinden ziyade ticaret mallarına kıyası daha doğrudur. Bu durumda sektördeki döner sermaye + gelirin % 2,5 oranında zekâta tâbi tutulması gerekir.

H. Hisse Senetleri

Hukuken kıymetli evrak hükmünde olup -tahvil gibi borcu değil- ortaklık ve mülkiyeti temsil eden hisse senetlerinin zekât güncel bir tartışma konusudur. Bu konuda İslam İşbirliği Teşkilatı’na bağlı İslam Fikıh Akademisi’nin (Cidde) 6-11 Şubat 1988 tarihli toplantısındaki kararına göre hisselerin zekâtını vermek hisse sahiplerine düşer. Ancak şirketin tüzüğünde açıkça belirtilmiş, genel kuruldan bu yönde bir karar alınmış ve ilgili ülke hukukunda şirketler zekâtları hesaplayıp çıkarmakla yükümlü tutulmuş veya hisse sahibi hisselerinin zekâtını hesaplayıp çıkarma yetkisini şirket yönetimine bırakmışsa, şirket yönetimi hisse sahiplerini temsilen zekâtı hesaplayıp öder. Gerçek şahıslar mallarının zekâtını nasıl hesaplayıp veriyorsa şirket yönetimi de hisselerin zekâtını o şekilde dağıtır. Yani hissedarların mallarının bütünü tek bir şahsın malları gibi kabul edilir; bunların zekâtı belirlenirken zekáta tábi malın çeşidi, nisabı, alınacak miktar vb. bakımından gerçek şahsın zekâtında gözetilen esaslara uyulur. Bu kural ortak iş yapan kişiler için de geçerlidir. Şirket, herhangi bir sebeple mallarının zekâtını vermemişse hissedarların kendi hisselerinin zekâtını vermeleri gerekir.

I. Gelir Getiren Bina ve Nakil Vasıtaları

İkamet amaçlı evler ve binek hayvanları insanın temel ihtiyaçlarından olup bunlar zekâttan muaf tutulmuştur. Ancak kiraya verilen büyük binalar, daireler, dükkänlar, düğün salonları ve kara, hava, deniz taşımacılığında kullanılan nakil araçlarından elde edilen gelirler günümüzde yaygın ve önemli gelir kaynakları haline gelmiştir. Dolayısıyla temel ihtiyacın dışında gelir elde etmek için edinilen büyük binalarla kar amacıyla işletilen nakil vasıtalarından elde edilen gelirin zekâta tâbi olacağında tartışma yoktur. İslam Fıkıh Akademisi’nin 22-28 Aralık 1985 tarihleri arasında Cidde’de gerçekleştirdiği ikinci dönem toplantısında kiraya verilmiş tarımsal olmayan arazi ve taşınmazların zekâtı konusu şu şekilde karara bağlanmıştır: Bunların mülk değerleri üzerinden zekât verilmez, gelirin elde edilmesinden itibaren bir yıl geçince zekât yükümlülüğünün diğer şartları da gerçekleşmişse ve zekâta bir engel yoksa 1/40 oranında zekât verilmesi gerekir.

J. Maaş, Ücret ve Serbest Meslek Kazançları

Günümüzde memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi, berber gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarından zekâtın nasıl ödeneceği konusunda başlıca iki görüş vardır. Birinci görüşe göre bu gelirler nisaba ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse % 2,5 oranında zekâtı verilir. İkinci görüşe göre ise maaş, ücret ve serbest meslek gelirleri mál-ı müstefad (miras, bağış, mükâfat vb. gelirler) gibidir; dolayısıyla üzerinden yıl geçmeden zekâtların ödenmesi gerekir. Ancak mâl-ı müstefädın kazanıldığı anda zekâtının ödenmesi gerektiğine dair sahih bir haber yoktur. Bu sebeple maaş, ücret, serbest meslek kazançları gibi gelirler, üzerlerinden bir yıl geçince asli ihtiyaca ve borçlara tekabül eden kısım düşüldükten sonra geriye kalan nisap miktarına ulaşıyorsa % 2,5 nispetinde zekâta tâbi olması görüşü daha ağır basmaktadır.

III. Zekât Verilecek Yerler

Hicretin 9. (631) yılında inen Tevbe süresinin 60. âyetinde şöyle buyurulur: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât gelirlerini toplayıp dağıtan görevlilere, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kimselere, özgürlüğüne kavuşturulacak kölelere, borcunu ödemekte güçlük çeken borçlulara, Allah yolunda cihat edenlere ve yolda kalmış yolculara verilir.” Bu âyette zekâtın. verilebileceği sekiz sınıf sayılmıştır. Zekâtın bu sınıflara aym oranda ve eşit olarak mı verileceği, bunlardan birine ödenmesinin yeterli olup olmayacağı hususu fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefi fakihlerine göre mükellef, zekâtını bunların her birine verebileceği gibi sadece bir sınıfa da verebilir. Şafiiler’e göre ise zekât, bizzat mükellef veya vekili tarafından dağıtılıyorsa -zekât işinde çalışanlar (âmiller) dışında- sayılan sınıflardan bulunabilenlere eşit olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir.

A. Fakirler ve Miskinler

Ayette zekât verilecek ilk iki sınıf olarak zikredilen bu iki zümre, tabii ve asli ihtiyaçlarını temin edemeyecek derecede yoksul olanları ifade etmektedir. Fakirliğin iki farklı derecesini göstermekle birlikte adlandırma, yani bu iki terimin hangi ihtiyaç derecelerini gösterdiği fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefiler’e göre fakir, ev ve ev eşyası gibi asli ihtiyaçlarını karşılayan malı olsa da ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde bir gelire sahip olmayan ve nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise hiçbir geliri ve malı olmayan kişidir. Şâfiiler’e göre ise adlandırma bunun tersine olup fakir, kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yetecek miktarda malı ve kazancı olmayan kimsedir; miskin ise ukle de olsa geçinebilen kişidir. Ebü Yüsuf ve İmam Muhammed gibi bazı fakihler de fakir ve miskinin aralarında bir fark olmadığını söylemişlerdir. Bu iki terimin kapsamına belli bir varlık ve gelir seviyesinin altında kalan kimselerin hepsi girmektedir.

Fakirlik ve miskinlik ölçüsü olarak Hanefiler nisabı, fakihlerin çoğunluğu ise yeterliliğini (kifaye); yani geçim için yeterli miktarda malı esas almıştır. Hanefiler’e göre fakir ve miskinlere bir defada nisap
miktarı zekât vermek câizdir. Ancak yoksul, borçlu veya aile reisi değilse bu miktarın verilmesi câiz olmakla birlikte mekruhtur; yoksullara verilecek zekât daima nisap miktarından aşağıda tutulmalıdır. Hanefiler’e göre tabii ihtiyaçları haricinde -artıcı olsun veya olmasın- nisaba ulaşan malı olan kimseye zekât verilmez. Çünkü dini açıdan zenginliğin ölçüsü nisaptır. Şafiiler’e göre fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât verilmesi câizdir. Çünkü fakirlik ve miskinlik nisaba değil yeterliliğe sahip olmamakla ölçülür.

B. Amiller

İlgili åyette belirtilen üçüncü sınıf, “zekât işlerinde çalıştırılan memurlar” anlamına gelen âmillerdir. Amil, terim olarak zekât gelirlerini toplamak ve dağıtmak için görevlendirilen kişidir. Amil terimi hadislerde genel olarak “idareci, her türlü devlet gelirlerini, özellikle zekât gelirlerini toplayıp dağıtan kişi” anlamında kullanılmaktadır. Kur’an’ın âmilleri zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak zikretmesi, zekâtta toplama ve dağıtım işinin bir kurum tarafından yapılması gerektiğine de işaret etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber döneminden itibaren zekâtın devlet tarafından tayin edilen görevliler vasıtasıyla toplandığı bilinmektedir. İslam’ın ilk dönemlerindeki uygulamalardan anlaşıldığına göre zekât gelirlerini toplayan, muhafaza eden, hak sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten, tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinin her kademesinde çalışan memurların tamamı âmiller sınıfına girmektedir. Zekât âmiline kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçimine yetecek kadar zekât verilir.

C. Müellefe-yi Kulüb

Kalpleri kazanılmak, İslam’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut müslümanlara faydalı olacakları umulan kişileri ifade eder ve bunlar müslümanlar ve gayrimüslimler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan zekât verilerek kalpleri kazanılan gayrimüslimlerin kendilerinin veya kabile fertlerinin İslam’a girmeleri umulur yahut ondan ve onun yalanlarından gelebilecek kötülüklerden korunulur. Müslüman olanlara zekât verilerek kalplerini İslam’a daha çok ısındırma, İslam’a yeni
girmiş olanların İslam’da sebat etmelerine ve eski çevresini İslam’a davet etmesine destek olma, sınır bölgelerinde görev yapan müslümanlara yardım etme, etkili konumda olup başkalarının müslüman olmasına tesir edecek kişileri destekleme gibi amaçlar güdülür. Müellefe-yi kulûb payının Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortadan kalktığı görüşü yanında, çeşitli zaman ve ülkelerde müslümanların içinde bulundukları sosyal ve siyasal durumların gerektirmesi halinde müellefe yi kulüb uygulamasının tekrar gündeme gelebileceği görüşü de vardır (ayrıca bk. MÜELLEFE-yi KULÜB).

D. Köle ve Cariyeler

Tevbe sûresinin 60. âyetinde, kölelik boyunduruğundan kurtarılmak istenen köle ve cariyeler de zekat verilecek sınıflar arasında sayılmıştır. Ayette Hanefi ve Şafiiler’e göre hürriyetini kazanmak için efendisiyle bir bedel karşılığı anlaşan köle/cariye (mükâteb) kastedilmiştir. Bazı fakihlere göre ise bütün köle ve cariyeler âyetin kapsamına girer. İslamiyet geldiği sırada dünyada mevcut kölelik sistemini mümkün oldukça tek taraflı ıslah etmeye çalışmış, bu çerçevede devletin zekât gelirlerinin bir kısmını köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için ayırmıştır.

E. Borçlular

Kur’an’da zekât verilecek kimselerin altıncı grubu borçlulardır. Ancak hangi nitelikteki borçluların kastedildiği hususu tartışmalıdır. Hanefiler’e göre borcu olan, ayrıca nisap miktarı malı bulunmayan kimseler kastedilmiştir. Diğer üç mezhep de tanımda borçlu olmayı esas alır ve borcun sebebinin borçluya zekât verme hükmüne etkisini dikkate alarak borçluları iki kasma ayırır: 1. Kendi ihtiyacı için borçlananlar. Geçim masrafları, mesken edinme, tedavi masraflan, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle borçlanan kimselerle yangın, sel, deprem ve kaza dışında bir sebeple iflas eden kimseler bu gruba girer. 2. Toplumun menfaati için borçlananlar. İki aile veya iki köy halkı arasında kan ya da mal davalarından çatışma çıkar ve bu çatışmaya son vermek için tarafları razı edecek mal vermeyi taahhüt edip hiçbir karşılık beklemeyen kimse bu sebeple borçlanırsa bu borçluya zekât verilir. Hayır kurumlarına hizmetten dolayı, kimsesizler yurdu,
hastahane, okul, cami yapımı gibi bir sosyal hizmeti gerçekleştirirken borçlananlar da ara bulmak için borçlananlar gibidir. Borçluya ihtiyacı kadar zekât verilir; bu ihtiyaç da borcun ödenmesidir. Borçlu borcunu kendisine verilen zekâtla ödemez veya başkasının ödemesi veya alacaklılarının bağışlaması gibi yollarla borçtan kurtulursa verilen zekât kendisinden alınır. Çünkü bu fondan verilen zekât onun borcunu kapatmak içindir.

F. Allah Yolunda

Tevbe süresinde zekât verilecek kimselerin yedincisi olarak “fi sebilillâh” tabiri geçer. Sözlükte “Allah yolunda” anlamına gelen bu tabirin Allah’ın rızasına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan, İslam’ın yücelmesi için bilfiil yoğun çaba (cihat) içinde olan herkesi kuşatan geniş bir kapsamı vardır. Ancak “fi sebililláh” ifadesi mutlak olarak kullanıldığında yaygın olarak cihat eden müslüman anlaşıldığından fakihlerin hemen tamamı âyette zikredilen tabiri öncelikle Allah yolunda savaşanlar (gaziler) şeklinde anlamış, bunların hangi nitelikte olanlarına zekat verileceği hususunda farklı ölçüler benimsemiştir. Ebû Hanife ile Ebû Yûsuf a göre “fi sebilillâh” ifadesiyle fakirlik, teçhizat yokluğu gibi sebeplerle savaşa katılamayan kişiler kastedilmiştir. Bunlara savaş için gerekli araç ve gereçleri alabilmeleri, yiyecek masraflarını karşılayabilmeleri için zekâttan pay verilir. İmam Muhammed’e göre ise bu tabir ile hacca gitmek isteyen fakirler kastedilmiştir. Hanefi mezhebinde fetvaya esas olan görüş Ebu Hanife ile Ebû Yusuf’un görüşüdür. Buna göre zengin savaşçılara zekât verilmez. Şafii’ye göre ise ister zengin ister fakir olsun savaşa katılan herkese bu fondan zekât verilebilir. Ancak Şafiiler, savaşa katılan gazilerin zekāt alabilmeleri için devletten maaş almamalarını, savaşa gönüllü katılmalarını veya aldıkları maaşın yeterli olmamasını şart koşmuşlardır. Bazı çağdaş Islam alimleri ise âyette geçen “fi sebilillah” tabirini geniş anlamda müslümanların yararına olan her türlü faaliyet olarak yorumlamışlar ve bu faaliyetlerde çalışanlara zekat verilebilecegini söylemişlerdir.

G. Yolcular

İlgili ayette zekâtın verilecegi sekizinci sinıf olarak geçen “ibnü’s-sebil” tabiri sözlükte “yolcu, yola
çıkmış kimse” demektir. Hanefi fakihlerine göre bu tabirle memleketinde malı olan, fakat kendisi başka bir yerde bulunan ve yanında yeterli miktarda malı bulunmayan kimseler kastedilmiştir. Şafiiler’e göre ise bu kelime, hem gurbette kalmış yolcuyu hem de yolculuk yapmayı düşünen, fakat bunun için maddi imkân bulamayan kişiyi ifade eder.

Fakihlerin çoğunluğuna göre kişi, memleketinde ve evinde olduğu sürece yolculuğa niyet etse dahi yolcu sayılmaz, yolcu hükmüne de girmez. Gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı da olsa o maldan yararlanamadığı sürece fakir gibidir ve ona zekâtın bu fonundan pay verilir. Şafiiler’e göre ise yolda kalan kimse yol masrafına ihtiyaç duyduğu için bu fondan pay alır. Yolculuğa niyet eden kimse de yol masrafına muhtaçsa bu kapsama girmelidir. Yolcuya zekât verilebilmesi için onun memleketine gidecek kadar parası ve malının bulunmaması, yolculuğa meşru amaçlarla çıkmış olması gerekir. Adam öldürme, hırsızlık, zina gibi suç işlemek veya dinen haram sayılan malların ticaretini yapmak için seyahat edenlere bu fondan zekât ödenmez. Şâfii mezhebi fakihlerinden bazıları muhtaç duruma düşen yolculara zekât verilebilmesi için onların kaldıkları yerde borç alacak bir kimse bulamamış olmalarını da şart koşarlar. Hanefiler ise bu görüşe katılmamakla beraber yolda kalmış kimsenin ihtiyacı olan parayı bulabilirse borç olarak almasının daha iyi olacağını söylerler. Yolda kalmış kimseye yolculuğuna devam etmesine veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir.

IV. Zekât Verilemeyecek Kimseler

Zekât yukarıda sayılanlar dışındaki sınıf ve yerlere verildiğinde hem bu farz yerine getirilmemiş hem de zekâttan beklenen bireysel, sosyal, ekonomik amaçlar gerçekleşmemiş olur. Bu sebeple zekâtın kimlere verileceği kadar kimlere verilmeyeceği de önemli bir konudur. Kural olarak zekât anneye, babaya, eş ve çocuklara, müslüman olmayanlara, zenginlere, Hz. Peygamber’in yakınlarına ve soyundan gelenlere verilmez. Bu dört sınıftan her birine verilmeyişinin gerekçeleri farklıdır. Bir kimse zekatin usul (annesine, babasına, dedelerine) ve fürûuna (çocuklarına, torunlarına) veremez; aynı şekilde hanımına da zekât veremez. Ebû Hanife’ye göre kadın
da zekâtını fakir kocasına veremez. Hanefiler’e göre bunların dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi akrabaya zekât verilebilir. Imam Şafii akrabaya zekâtın verilip verilemeyeceği konusunda nafakayı ölçü alır ve zekât mükellefinin, nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu akrabalarına zekât veremeyeceğini belirtir. İmam Şâfii’ye göre nafaka usul ve fürüa våciptir. Dolayısıyla anne-baba, dede-nine, oğul ve toruna nafaka mükellefiyeti olduğu için zekât verilemez.

Müellefe-yi kulub kapsamında olanlara verilebilirse de zekâtın İslam’a karşı savaşan gayrimüslimlere, Allah’a, peygamberlere, âhiret gününe inanmayan kişilere ve dinden dönenlere verilmeyeceği konusunda âlimler görüş birliği içindedir. Şafiiler dışındaki fakihler farz olmayan (nafile) sadakaların fakir zimmilere verilebileceğinde görüş birliğine varmışlardır. Zekâtın zenginlere verilememesi ise mahiyetinin tabii gereğidir. Hanefiler’e göre tabii ihtiyaçlarından fazla -artia olsun olmasın- nisap miktarı mala sahip olan kimselere, onların küçük çocuklarına zekât verilemez.

V. Zekât Vermede Usul

Altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlarda zekât bir ay yılının (kameri yıl) tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât yılda bir defa ödenir. Toprak ürünlerinden her mahsul alışta ödenir. Madenler de böyle olup nisap miktarı madenin elde edilmesiyle zekât farz olur.

Şartları gerçekleştiğinde malın zekâtının geciktirilmeden verilmesi gerekir. Çünkü malda gerçekleşen zekât ihtiyaç sahibinin hakkı olduğundan kul hakkı kapsamına girmektedir. Fakihlerin çoğunluğunun görüşü ve Hanefiler’de fetvaya esas olan görüş böyledir. Hanefi mezhebindeki ikinci bir görüşe göre zekât borcu herhangi bir zamanda ödenebilir. Ancak zekâtını ödemeden ölen kimse günahkar olur. Fakihlerin çoğunluğu kişinin zekâtını vaktinden önce de verebileceğini söylemiştir.

Bir malda zekât borcu doğduktan sonra bu borç ödenmeden o mal gasbedilse veya çalınsa çoğunluğa göre zekât borcu düşmez, Hanefiler’e göre ise düşer. Yine Hanefiler’e göre mükellefin ölmesiyle de zekat borcu düşer. Ancak ölen kişi bu yönde vasiyet etmişse malının üçte birinden ödenir, vasiyeti yoksa mal vârislere intikal eder ve onların bu zekât borcunu ödemeleri gerekmez. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise zekât borcu mükellefin ölümüyle ortadan kalkmaz; vasiyet etmemişse miras bıraktığı maldan ödenir. Bu görüş ayrılığı da yine zekâtta ibadet yönünün mü, yoksa toplum hakkının mı öncelik taşıdığına dair farklı değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır.

Zekâtın kişinin dini duyarlılığı ve niyetiyle alakalı ibadet yönü kadar sosyal işlevi de önemli olduğu için ilk dönemlerden itibaren zekâtın toplanması ve dağıtılmasında devlet ve kurumlar devrede olmuştur. ilgili ayetlerde zekâtın verileceği yerler arasında zekât işlerinde çalışanların sayılması (et-Tevbe 9/60) ve Hz. Peygamber’e zenginlerin malından zekât almasının emredilmesi (et-Tevbe 9/103) zekâtın devlet eliyle toplanıp dağıtılmasının gerektiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in hadislerinde ve uygulamasında, Hulefa-yi Râşidin döneminde ve sonraki devirlerde de zekât tahsil ve dağıtımı büyük oranda devlet memurları eliyle gerçekleştirilmiştir.

Kaynaklarda, Hz. Osman’ın gizli malların zekâtının ödenmesini mal sahiplerine bıraktığı, sahabenin de bu uygulamayı benimsediği bilgisi yer alır. Daha sonraki dönemlerde uygulama toprak mahsulleri, hayvanlar, madenler gibi açık malların zekâtının devlet eliyle toplanıp dağıtılması; altın, gümüş, para, ticaret malları gibi gizli malların zekâtının ise mükellef tarafından verilmesi tarzında şekillenmiştir. Ancak mükellef kendi vermesi gereken zekât borcunu ödemediğinde devletin zorla alıp dağıtma yetkisinin bulunduğu da ifade edilegelmiştir. Ayrıca fakihler, devletin zekāt borçlarının ödenmesini her zaman takip ve talep hakkının bulunduğunu da belirtirler.

Zekât verirken uyulması gereken adap ve bazı kurallar şu şekilde özetlenebilir: 1. Müslüman zekâtını sadece Allah rızası için verir, bu görevi başa kalmadan ve incitmeden yerine getirir. 2. Müslüman mükellef zekâtını temiz ve helal kazancından öder.

3. Hanefiler’e göre alanın onurunun zedelenmemesi, verenin de gösteriş şüphesinden korunması için zekätin gizlice verilmesi daha iyidir. Şafiiler’e göre ise diğer insanları da bu ibadete teşvik için zekât açıktan verilmelidir. 4. İbadetlerin vaktinde edasi daha faziletlidir. Mazeret bulunmadıkça zekâtın ödemesi geciktirilmemelidir. 5. Zekât mükellefi zekâta en ehil ve hak sahibi olanı araştırır. 6. Zekâtın öncelikle kendilerine zekât verilebilecek akrabaya ödenmesi, daha sonra diğer yakınlara, komşulara ve çevreye verilmesi daha faziletli görülmüştür. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen ise hem sadaka hem de sıla-yı rahim olmak üzere iki sadaka sayılır” (Tirmizî, “Zekât”, 26). 7. Zekât dağıtımında malın bulunduğu/kazanıldığı yerdeki fakirlere öncelik tanınır. 8. Zekât veren kişinin fakire, verdiğinin zekât olduğunu bildirmemesi daha iyidir. Zekâtın bizzat mükellef tarafından verilmesi şart olmayıp vekil veya kurumlar aracılığıyla da ödenebilir. Temel islam ansiklopedisi Zekat maddesi

BENZER KONULAR:

Zekât Nedir? Kısaca

Şafii Mezhebine göre Zekatın Farz Olduğu Mallar

 

Answer ( 1 )

    1
    2021-03-27T14:21:54+03:00

    Please briefly explain why you feel this answer should be reported.

    Bildir
    İptal

    Zekâtın sözlük anlamı; artma, temizleme anlamlarına gelmektedir. Zekat dinen zengin sayılan kişinin nisab miktarı mala ulaşınca; ve gerekli diğer şartlar gerçekleştiği zaman malının belirli bir bölümünü fakirlere vermesidir. Zekat; Medine’ye hicretten sonra farz kılınmıştır. Zekat zengin içindir. Zekat; yoksullara, fakirlere verilir.

    En iyi cevap

Cevapla