Allah’ın Varlığı

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

Allah’ın varlığı ve birliği konusunda islam bilginleri tarafından kullanılan deliller hangileridir?

Allahin Varligi

Allah’ın varlığı, tarih boyunca peygamberler vasıtasıyla insanlığa ulaştırılan bütün ilahi vahiylerin, dolayısıyla da İslam dininin en temel mesajını oluşturur. Allah inancı ilk insana kadar giden, tarih boyunca insanlar arasında en yaygın, en değerli kuşatıcı inanç olmuştur. İnsanlık tarihi Allah inancının tarih boyunca hep var olduğunu, bilinen en düşük kültür seviyesine ve beşeri yaşamın en ilkel şekline sahip kabile ve topluluklarda bile mutlaka yüce bir varlığın mevcudiyetinin kabul edildiğini gözler önüne sermektedir. Bu durum, insanın inanma ihtiyacı taşıyan bir varlık olduğunu gösterdiği gibi, Allah inancının kişinin “fitrat” denilen yaratılışına uygun olduğunu da göstermektedir. Buna göre insan Allah’a inanmaya yatkın bir özellikte, ruhi ve manevi bir kıvamda yaratılmış olup Allah’ı inkâr ayni zamanda insanın kendi yaratılışına da yabancılaşması anlamına gelmektedir. Her ne kadar insan Allah’ın varlığını kabule yatkın bir şekilde yaratılmış olmakla birlikte, bundan bir sapma olarak insanlık tarihinin her döneminde az da olsa kâinatı yaratan ve yöneten madde üstü bir varlığın mevcudiyetini kabul etmeyen inkârcı kişi ve gruplar da çıkmıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ zaman zaman peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği vahiyle insanlığa doğru yolu tekrar tekrar göstermiş, inançtaki sapmaları düzeltmiş, ilahi vahye inananlar da Allah’ın varlığını ispatlamaya, böylelikle bir taraftan inanç sahibi kişilerin inancını sağlamlaştırmaya, diğer taraftan da karşıt görüş sahiplerini uyarmaya ve doğru yola davete çalışmışlardır.

Allah varlığı zorunlu yani kendinden olan, var olmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, bu sebeple de yokluğu düşünülemeyen varlıktır. Bu sebeple Allah Teâlâ “varlığı zorunlu olan” anlamında “vâcibü’l- vücûd”dur. Buradan hareketle Allah’ın var olduğu gerçeğini ortaya koymaya ve kanıtlamaya yönelik açıklamalara “isbât-1 vâcib” (zorunlu varlığın varlığını ispat) denir. Şüphesiz bu açıklamaların amacı, olmayanı keşfetmek değil, olanı tespit edip doğrulamaktır. Allah, duyu organlarıyla doğrudan idrak edilemediğine göre, O’nun varlığını herkesin duyularıyla deneyleyip kabul etmek zorunda kalacağı bir tarzda ortaya koymak mümkün değildir. Zaten Allah’ın varlığının bu şekilde kanıtlanması, hem insanın irade ve tercihine dayalı bir eylem olan imanın mahiyetine hem de bunun insanoğlu için bir imtihan oluşuna aykırıdır. Çünkü varlığı inkâr edilemeyecek kadar açık ve ortada olan bir şeyin varlığını kabul veya ret konusunda insanları sınamanın ve bunun karşılığında ödül veya ceza koymanın bir anlamı yoktur. Oysa Allah’a iman, insanın farklı ve zit seçenekler karşısında aklını, irade ve tercihini kullanarak ulaştığı, karşılığında ödül vaat edilen bir eylemdir.

Allah’ı maddi nesneler gibi duyu organlarımızla anlamamız mümkün olmamakla birlikte, Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de insanı düşünme ve akletme yoluyla kendi varlığını kabul etmeye sevkedecek birçok delile dikkat çekmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Aslında O’nu yok saymak, insanın ve kâinatın varlığına anlam vermede büyük güçlüklere yol açmaktadır.
Ayrıca bir yaratıcının var olmadığını iddia etmek, insanda yalnızlık ve güvensizlik hissine ve buna baglı olarak büyük bir psikolojik bunalıma yol açacağı gibi, düşünen ve kendi varlığını anlamlandırmak isteyen bir insan için büyük zihni problemler oluşturacaktır. Zira şuur sahibi bir varlık olan insanın içinde yaşadığı bu kâinatın nasıl yaratılıp idare edildiği” sorusuna, ya “Bu konuyu düşünmeyin” şeklinde cevap verilecek yahut tesadüf, evrim ve benzeri kavramların arkasına sığınan materyalist bazı açıklamalar ve senaryolar yazılacaktır. D. Hume ve I. Kant sonrası modern Batı felsefesinde olduğu üzere, “Bu konuyu bilmek mümkün değildir” şeklindeki şüpheci veya agnostik (bilinemezci) bir yaklaşım, insanı duyu verilerine hapsetmenin ve manevi yönünü görmezden gelerek onu tek maddi boyuta indirgemenin ötesinde bir anlam taşımaz. Bu tavır, söz konusu veriler üzerinde düşünmekten asla kaçınamayan insan aklını küçümsemek ve ruhunu en temel arayışından mahrum etmek demektir. Oysa insan için düşünmemek, onu kendisi yapan ve diğer varlıklardan ayıran değerlere sırt çevirmektir. Düşünen insanın önünde bulunan, “kâinatın ve onun bir parçası olan insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı” veya “başlangıcı olmaksızın hep böyle var olageldiği” ya da “suursuz varlıkların tesadüf yoluyla bir araya gelmeleri ve etkileşimleriyle ortaya çıktığı” şeklindeki farklı seçenekler içerisinde en makul olanı ilki yani bir yaratıcının olduğudur. Kâinatın başlangıcı olmaksızın hep böyle var olageldiği seçeneği akli ve bilimsel gerçeklerle uyuşmaz. Kainatın tesadüf, evrim ve benzeri materyalist teorilerle açıklanması denemeleri ise daima akıl ve vicdanı tatmin etmekten uzak kalmış, ilerleyen pozitif bilimlerden de destek bulamamıştır (ayrıca bk. İLHAT).

Allah inancı İslam dininin temel esası olduğundan Kur’an-ı Kerim büyük ölçüde Allah’ın varlığını ve bu inanan doğruluğunu ortaya koyan, O’nun isimleri ve sıfatlarını tanıtan, insanları bu inanca teşvik eden, inananları öven, inanmayanları uyaran ve tehdit eden ayetlerle doludur. Aslında Kur’ân-1 Kerim’de Allah Teâlâ hakkında kullanılan bazı isimler, bu son ilahi kitabın ortaya koyduğu Allah tasavvurunu özetlemektedir. Mesela “varlığı apaçık olduğu için mevcudiyeti zorunlu olarak kabul edilen, varlığından şüphe duyulması ve varlığının
inkar edilmesi mümkün olmayan” anlamındaki “Hak” ismiyle (bk. HAK) “varlığı, bakmasını bilen gözlerden ve düşünmesini bilen alaldan asla gizli kalmayacak derecede apaçık olan” anlamındaki “zâhir” ismi (bk. ZÂHİR) böyledir. Kur’an-ı Kerim bu ve benzeri isimleri zikrederek Allah’ın varlığını kolaylıkla ulaşılabilecek ve üzerinde tartışılamayacak bir hakikat olarak insanlara sunar. “Peygamberleri onlara şöyle dedi: Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?” (İbrahim 14/10) ayetinde görüldüğü üzere, Allah’ın varlığı hakkındaki şüphe şaşılacak, hayret edilecek anormal bir tutum olarak değerlendirilir. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığını ortaya koymaya, insanı bu inanca sevketmeye çalışan ayetler de yer alır. Ancak Kur’ân-1 Kerim düşünce, bilgi ve kültür seviyeleri birbirinden farklı olan bütün insanlara hitap ettiği için, Allah’ın varlığını sistematik ve detaylı bir akıl yürütmeye dayalı karmaşık felsefi deliller ve açıklamalar yaparak değil, sıradan insanların bile anlayabileceği açık, basit ve yalın ifadelerle ortaya koyar.

Kur’ân-ı Kerim Allah’ın varlığına inanma meselesini öncelikle inançsızlığın insan için arızi ve anormal bir tutum olduğu tezinden hareketle ele alır. Zira insanda aslolan inanma güdüsü ve ihtiyacıdır. Mesela şu âyet, insanın yaratılıştan Allah inancına sahip ve bu inancı kabule yatkın olduğunu bildirmektedir: “Bütün bâtıl inançlardan uzak şekilde (Hanif olarak). yüzünü ve özünü hak dine çevir: O fitrat dinine ki, Allah insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmiyor” (er-Rum 30/30). Yine Hz. Peygamber’in, “Her çocuk fitrat üzere doğar” (Buhari, “Cenāiz”, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22-25) hadisi ile Allah Teâla’nın bir kutsi hadiste ifade edilen şu sözü aynı gerçeği ifade etmektedir: “Ben bütün kullarımı Hanif olarak yarattım, sonra şeytanlar onları (dinlerinden) uzaklaştırdı” (Müslim, “Cennet”, 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 162). Buna göre insanın “fitrat” denilen, ärızi ve hastalıklı etkilere maruz kalmamış saf yaratılışı, asli yaratılışta bulunan ve “Haniflik” olarak adlandırılan Allah inancının taşıyıcısıdır. Kısaca insan Allah inancıyla yaratılmıştır (ayrıca bk. FITRAT; HANİF). “Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı insanların
hizmetine kim verdi?’ diye sorsan, mutlaka, ‘Allah’ derler. O halde nasıl oluyor da, Allah’ın yolundan yüz çeviriyorlar?” (el-Ankebût 29/61): “Andolsun ki onlara, ‘Gökten suyu indiren ve onunla, ölmüş olan yeryüzüne hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka “Allah’tır’ derler” (el-Ankebût 29/63) âyetlerinde de ifade edildiği üzere, Allah inancını reddedenler bile bu gerçeği kendi içlerinde bilmekte ve hatta ikrar etmektedirler. Bununla birlikte kimileri kendi içlerinde kesin olarak bildiği bu gerçeği zulüm ve kibir sebebiyle inkår etmektedir (bk. en-Neml 27/14). Nitekim insanoğlu sıkıntılı anlarda yahut tehlikeye maruz kaldığında içindeki bu Allah inancı açığa çıkmakta ve insan Allah’a yönelmektedir: “Denizde bir tehlikeyle yüz yüze geldiğinizde, ilah diye tapındıklarınızın hepsi kaybolup gider, yalnız O kalır ve siz O’na yalvarıp yakarırsınız. Ama O sizi kurtarıp karaya çıkarınca O’ndan yüz çevirirsiniz. İnsanoğlu çok nankördür” (el-İsra 17/67; ayrıca bk. el-En’âm 6/40-41, 63-64; Yûnus 10/12, 90; en-Neml 27/62-63; el-Ankebût 29/65; Lokman 31/32). Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim insanın içinde doğuştan var olan fakat inat, kibir, zulüm, bireysel çıkar gibi sebeplerle üzeri örtülen bu inancı tekrar hatırlatmaya ve canlandırmaya çalışır.

“İnsanlara hem dış dünyada hem de kendi içlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’an’ın tartışılmaz bir gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi” (Fussılet 41/53) âyeti, Kur’ân-ı Kerimin ve dolayısıyla bu ilahi kelamın sahibi Allah Teâlâ’nın gerçek olduğunu kavrayabilmesi için insanın gerek kendi varlığında gerekse dış dünyada yeterli delillerin bulunduğunu bildirir (ayrıca bk. ez-Zariyat 51/20-21). Şüphesiz bu âyette insanın içindeki delillerle kastedilen insanın fitratıdır. İnsan, fitratında mevcut inanma eğilimini bastıran veya örten dünyevi etkilerden kendisini korur ve sağlıklı bir şekilde düşünebilirse kolaylıkla Allah’ın varlığı fikrine ulaşacaktır. Kur’an-ı Kerim, insanın fıtratında mevcut bulunan bu inanma yeteneği ve eğilimini açığa çıkarması ve güçlendirmesi için onun dikkatini, içinde yaşadığı kâinata çevirir. Insana, sürekli gördüğü için bir anlamda kanıksadığı olguları tekrar tekrar hatırlatarak onu bunlar üzerinde düşünmeye sevkeder. Söz gelimi insanın düşünmesi için ona kendi yaratılışını (mesela bk. el-Mü’minûn 23/12-14; ez-Zümer 39/6; el-Ma’min 40/67; el-Mürselât 77/20-23), çeşitli türlerden hayvanların yaratılışını, bu hayvanların insanın hizmetine verilişini ve insanların bunlardan nasıl faydalandığını hatırlatır (mesela bk, en-Nahl 16/66-69; el-Mu’minûn 23/21-22; en-Nur 24/45; Yasin 36/71-73). Göklerin ve yerin, dağlar, denizler ve ırmakların bir düzen içerisinde, birbiriyle uyumlu olarak kusursuz bir şekilde yaratılmasını, bir atmosfer tabakasıyla korunan yeryüzünün mevsimden mevsime değişik şekillere bürünmesini ve insan için yaşamaya elverişli olmasını, yerde ve gökte bulunan her şeyin insanın emrine verilişini örnek verir (mesela bk. Yünus 10/6; er-Ra’d 13/2-4; en-Nahl 16/10-16; el-Furkan 25/53, en-Neml 27/60 64; er-Rum 30/22-25; Fâtır 35/12, Kaf 50/6-11; el-Mürselât 77/25-27; en-Náziát 79/27-33). Bütün canlıların mayasını teşkil eden suyu, suyu müjdeleyen ve bulutları sevkeden rüzgārı, âdeta ölmüş olan kuru toprağın yağmurla dirilerek çeşitli yiyecekler vermesini ve insanların pek çok ihtiyacını gideren ateşin yaratılışını anlatır (mesela bk. el-Furkân 25/48-50; Fâtır 35/9, 27; Yâsin 36/33-35; Käf 50/9; el-Vakıa 56/63-74; Abese 80/24-32). Güneş, ay ve gezegenlerin bağlı bulunduğu kusursuz evrenin bütün canlılara ve insana sunduğu nimet ve imkânlardan, gece ve gündüzün oluşumundan, gündüzün insanın geçimini temin etmesi ve gecenin de onun uyku ve istirahati için yaratıldığından bahseder (mesela bk. Yunus 10/5; el-Furkan 25/45-47; Fâtır 35/13; Yasin 36/37-40; el-Mü’min 40/61). İçerisinden çıkan gıdalar ve ziynet eşyalarıyla insanların ihtiyaçlarını gideren denizleri ve bu denizlerde her türlü şeyin taşınmasını sağlayan gemileri örnek verir (mesela bk. en-Nahl 16/14; Fâtır 35/12; Yâsîn 36/41). Böylelikle Kur’an-ı Kerim tabiattaki kusursuz ve olağanüstü işleyiş ve uyuma dikkat çeker. Insana, bir bütün olarak tabiattaki düzeni ve her şeyin insan merkezli yani insanın faydalanmasına imkân verecek şekilde tasarlandığını hatırlatır. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, gemilerin insanlara faydalı yükleri taşıyarak denizde yüzüp gidişinde, Allah’ın gökten yağmur indirip ölü toprakları onunla canlandırmasında ve yeryüzünde her türden canlıyı yaymasında, gök ile yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş rüzgârları ve bulutları istediği yöne çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için elbette (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır” (el-Bakara 2/164; ayrıca bk. el-Casiye 45/4-5) gibi âyetler insanı, evrendeki düzeni ibret alacak şekilde incelemeye, bunlar üzerinde düşünmeye teşvik eder. Kur’an-ı Kerim insanı bu gördüklerinden hareketle bir sonuca ulaşmaya zorlayan şu soruyu sorar: “Yoksa onlar bir yaratan olmadan mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar?” (et-Tür 52/35-36). Şüphesiz fitratını koruyan, nefsinin arzularının ve isteklerinin baskısıyla bu temiz tabiatım bozmayan, kendi varlığının anlamı üzerinde doğru bir cevap bulmaya çalışan ve bu yolda sağlıklı düşünebilen bir insan, sebep-sonuç ilişkisini temel aldığında kainattaki eşsiz yaratılışın, uyum ve düzenin asla kendiliğinden ve tesadüf eseri olmadığını anlayacak, hiçbir şeye benzemeyen, kudret ve bilgisi sonsuz bir yaratıcının bu kâinatı yarattığı sonucuna ulaşacaktır.

Kur’an-ı Kerim’in insanları yönelttiği bu düşünme tarzını peygamberler de izlemiş ve bu konuda çevrelerindeki insanlara örnek olmuşlardır. Hz. İbrâhim sırasıyla yıldız, ay ve güneşin bütün ihtişamlarına rağmen batıp kaybolmalarına bakarak onların ilah olamayacakları, gerçek ilahın asla batıp kaybolmayan bir varlık olması gerektiği, dolayısıyla yıldız, ay ve güneşi de yaratan bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmış; böylelikle hem kendi kavmine hem de bütün insanlığa Allah’ı nasıl bulacaklarının yolunu öğretmiştir (el-En’âm 6/75-79). Hz. Muhammed de gece sabaha yakın uyanıp dışarıya çıkarak göğe bakmış ve kendisine vahyedilen şu âyetleri okumuştur: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip edişinde akıl sahipleri için birçok deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken ve yatarken daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Sen hikmetsiz bir şey yaratmaktan uzaksın. Bizi cehennem azabından korul” (Al-i İmrân 3/190-191).

Özetle Kur’an- Kerim, herkesin anlayabileceği, basit ve sıradan olguları temel alarak insanı gördükleri üzerinde düşünmeye ve bunlardan hareketle, göremediği ilk sebebe yani yaratıcıya ulaşmaya sevkeder. Bunun için insandan aklının ve vicdanının
sesini dinlemesini ister. Bir anlamda Kur’an-ı Kerim insana şu soruyu sorar: “Çevrende gördüğün, bir bütün olarak muhteşem bir uyum ve düzen gösteren bu kâinat kendiliğinden ve tesadüfen mi, yoksa hikmet sahibi bir yaratıcının müdahalesiyle mi var olmuştur? Bu seçenek ve cevaplardan hangisi daha makuldür?” Şüphesiz inattan ve kibirden uzak, sağlıklı düşünen, aklının ve vicdanının sesini dinleyen bir insan için tek makul seçenek, käinatın yüce bir yaratıcı tarafından yaratıldığını söylemektir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı konusuyla ilgili âyetlerin çoğunda sıkça geçen, insana yönelik “Akletmez misiniz?” (mesela bk. el-Enbiyâ 21/67; el-Mü’minûn 23/80), “Düşünüp ders almayacak mısınız?” (mesela bk. Yûnus 10/3; en-Nahl 16/17) gibi sorular, aslında düşünen ve aklını kullanan bir insanın mutlaka Allah’a ulaşacağına işaret etmektedir. Bu ve benzeri âyetler aynı zamanda insana, Allah’a imana sevkedecek imkân ve vasıtaların yani akıl ve idrak gücünün kendisine verildiğini, bundan sonrasının ise onun tercihi olduğunu gösterir (mesela bk. el-En’âm 6/94-104).

Kur’an-ı Kerim’in herkesin farkına varabileceği basit olguları temel alarak, derin felsefi tartışmalara girmeden yalın ifadelerle sunduğu, insanın aklına ve vicdanına hitap eden ve onu ikna ederek mantıklı ve makul olana sevketmeye çalışan bu hitap tarzı İslam âlimleri için de bir temel oluşturmuştur. İslam alimleri, hem klasik dönemde muattılaya (Allah’ın sıfatlarını reddeden grupların yanı sıra Allah’ın varlığını reddeden grupları da ifade etmek üzere kullanılan kavram) karşı hem de modern dönemlerde Allah’ın varlığını reddeden veya bu konuda şüphe duyan akımlara karşı Allah’ın varlığını savunmuşlar ve âyetlerin dile getirdiği ana fikirler temelinde deliller geliştirmişlerdir. Ancak İslamiyet’in ilk dönemlerinden farklı olarak müslümanların farklı din ve kültürlere mensup toplumlarla karşılaştıkları sonraki yüzyıllarda ortaya konulan bu delillerin büyük bir kısmı, Kur’ân-ı Kerim’in sunduğu gibi herkes tarafından anlaşılabilecek basit ve yalın deliller değil, daha ziyade belli bir bilgi ve anlayış seviyesine ulaşmış entelektüel kimselere yönelik daha karmaşık delillerdir.

Bu delillerin başında canlı cansız bütün kainatın yaratılmış olduğunu, yaratılmış bu kâinatın kendi kendine var olamayacağını ve mevcudiyetini sürdüremeyeceğini, bu sebeple mutlaka bir yaratıcısının olması gerektiğini ortaya koyan “hudůs delili” gelir. Bir diğer delil ise kâinatı oluşturan her varlığın, dolayısıyla da bir bütün olarak kâinatın var olmakla birlikte var olmamasının da mümkün olduğunu yani var olma ve var olmama ihtimallerinin eşit olduğunu, varlığı ve yokluğu eşit olan bir şeyin ise kendi kendine var olamayacağını, mutlaka bunu var eden bir yaratıcının bulunması gerektiğini ifade eden “imkân delili”dir. Şüphesiz bu yaratıcı varlık da käinatı oluşturan varlıklardan farklı olacaktır. Kainat varlığı ve yokluğu eşit ihtimalde olan, var olmakla birlikte yok olması da aklen mümkün varlıklardan oluştuğuna göre, kainatı var eden yaratıcı daima var olması zorunlu olan ve yokluğu asla düşünülemez bir varlık olmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in üslubunu daha fazla yansıtan “nizam delili” ise tabiatın yaratılışında olağanüstü bir güzellik, uyum ve düzen bulunduğunu, tabiatın işleyişindeki olağanüstü ince ve hassas dengelerin ise belirli bir gayeye yönelik olduğunu ortaya koyarak Allah’ın varlığını ispatlamayı hedefler. Şüphesiz düzen ve gaye kendiliğinden ve tesadüf eseri ortaya çıkamaz, ancak bir planlayıcının ve hedef belirleyicinin varlığıyla mümkün olabilir. İslam âlimlerinin Allah’ın varlığını ispat için geliştirdikleri bir diğer delil ise “fitrat delili”dir. Fıtrat delili de tıpkı Kur’ân-ı Kerim’de sunulduğu gibi yaratıcı fikrinin insanlarda doğuştan var olduğu ilkesini temel alır. Ayrıca İslam alimleri insanlık tarihi boyunca bütün topluluklarda tanrı inancının bulunmasını, inkârcılığın ise az sayıda bireylerde görülmesini de Allah’ın varlığının bir delili saymışlardır. Zira bütün insanlığın yanlış bir fikir üzerinde ittifak etmesi mümkün değildir. İnsanlığın bu ortak kabulü de hiç şüphesiz yaratıcının insanların fitratına yerleştirdiği inanma eğiliminin bir sonucudur (ayrıca bk. İSBÂT-1 VACİB).

Kaynak: Temel İslam Ansiklopedisi

BENZER KONULAR:

Cevapla