Allahın kelam sıfatı

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

Akaid Allahın kelam sıfatı ile alakalı bir soru

Selamünaleyküm kafamdaki soru işaretlerini gidermek için soru sormak istiyorum. Sorum şu ki
Kuran lafiz yazılışı kitap hali v.s itibariyle İslam alimlernce mahluk ise mana itibariyle  nefsi kelam ise. Kuranda  firavunun ve şeytanın söylediği sözler mevcut. Örneğin sad suresi 76. Ayetinde beni ateşten yarattın ben ondan üstünüm demesi kuranda yazıyor. Kuran mana itibari ile nefsi kelam ise, yani Allahın ezeli kelamından ise. Bu durumda şeytanın o sözü söylemesinden başka bir çaresi olmadığı  anlaşılıyor. Bu durumda Allah şeytanı zorlamış olmuyor mu… Bu durumda şeytanın onu demekten başka bir çaresi yok. Çünkü kuranın mana itibari ile ezeli kelam olduğu söyleniyor. Bu durumda ezelden şeytanın böyle demesi taktir edilmiş ve Allah şeytana zulmetmiş olmuyor mu hem öyle demesini taktir edip hemde cehenneme atması zulüm değil mi? Adaletsizlik değil mi? İzah ederseniz İnşaallah kafamdaki soru işaretleri gidecek. Şeytanın  ve nefsimin vesveselerinden kurtulacağım

Cevap:

Kelam nedir? Kelam, Konuşma. Allah’ın Sübuti sıfatlarından. Allah’ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.

Kur’an’da Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. “Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca… ” (el-A’raf, 7/143), “De ki: “Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz: tükenir” (el-Kehf, 18/109), “Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah’ın sözünü işitsin… ” (el- Tevbe, 9/6) ve “Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir.” (el-Bakara, 2/ 174) bu âyetlerden yalnızca birkaçıdır.

Kelamcılara göre Allah’ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah’ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah’ın kelâmını insanlara aktarmış, O’nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah’ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah’ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.

Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur’an’da şöyle belirtilir: “Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder” (eş-şûrâ, 42/51). Allah’ın “perde arkasından” konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.

Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur’an’ı dile getirir. Allah’ın mütekellim (konuşan) ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur’an’ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş’ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.

Selef’e göre Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah’la kaimdir ve O’ndan ayrı değildir. Kur’an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur’an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah’ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.

Selef’in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile’nin görüşleri yer alır. Mu’tezile’ye göre Kur’an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah’ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail’de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz’da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur’an’ın kadim (ezeli) olması, Allah’ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.

Eş’ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı “nefsi” ve “lafzi” olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah’ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur’an’ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş’arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş’arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar. Kur’an’a iki ayrı yönden bakmak gerekir:

a. Kur’anın maddi ve mahluk olan yönü ki, şu anda elimizde mevcut olan Kur’anların kağıdı, mürekkebi, kabı, sesi, mahreci ve kılıfı gibi gözle görülüp, kulakla işitilen ve elle tutulan şeylerdir.

b. Kur’an’ın manevi ve İlahi bir sıfat olan Kelam ile ilgili olan yönü. Bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Çünkü madem Allah mahluk değil ve ezelidir; elbette sıfatları dahi mahluk değildir. Sıfatlarından biri de kelam sıfatıdır. Ve Kur’an’a biz “Kelamullah” demekteyiz. Kelamullah, yani Allah’ın kelamı bir sıfat-ı ilahidir, bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Bir sıfat-ı ilahidir ve Allah’ın bizden isteklerini anlamak için tecelli etmiş bir tenezzülat-ı ilahiyedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı üzerinde birçok söz söylenmiştir. Bu meselenin ortaya atılışında Emevî hane­danının maiyetinde bulunan Hristiyanların rolü büyük olmuştur. Bunların başında, Yuhanna ed-Dımaşki gelir. Bu şahıs, İslam alemindeki Hıristiyan alimleri arasında Müslümanları dinlerinde şüpheye düşürecek münazara usullerini yayıyordu. Mesela, Kur’an’da bildirildiğine göre, İsa Allah’ın kelimesidir, Allah’ın kelimesi kadim midir, değil midir, diye sorular soruyordu. Müslümanlar, hayır diye cevap verirlerse, Onun Kelamı olan Kur’an da mahluk demiş oluyorlardı. Allah’ın kelimesi kadimdir derlerse, İsa’nın da kadim olduğunu idda ediyorlardı.

Bunun üzerine Müslümanlardan; “Kur’ân mahlûktur.” diyerek on­ların hilesini reddetmek isteyenler olmuştur. Meselâ, Ca’d b. Dir­hem, Cehm b. Safvân ve Mu’tezililer; Kur’ân mahlûktur, demiş­ler, Halife Me’mun da bu görüşü benimsemiştir.

212 H. yılında adı geçen Halîfe, Kur’ân’ın mahlûk olduğu görü­şünü hak mezheb olarak ilân etmiştir. Bu maksatla münazara mec­lisleri tertiplemiş ve bu konuda kesin delil olarak kabul ettiği şey­leri ortaya atmıştır. Fakat, bu konuda münakaşayı serbest bırakmış ve insanların düşüncelerinde hür olduklarını söylemiştir.

Lâkin 218 H. yılında -kendisi bu yılda ölmüştür– bu fikri in­sanlara zorla kabul ettirmeye karar vermiştir. Bu maksatla bir kısım mektuplar yazarak halkı, Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü benimsemeye teşvik etmiştir. Birinci mektubunda şöye demektedir:

“Onlara (kadılara) bildir ki, Kur’an yaratılmıştır, sonradan meydana gelmiştir, diye ikrar edip bu görüşü kabul etmeyenlerin şahitliğini dinlemesinler.”

Fakat iş, böyle menfî bir vaziyet alışla kalmamış, tersine, bâzı insanları sıkı imtihanlar geçirmeye sebep olacak kadar ileri gitmiştir. Bu insanlara, Kur’ân hakkındaki görüşleri soruluyor, Hâ­lifenin ileri sürdüğü görüşü kabul etmezlerse, elleri kolları bağla­nıp Emîru’l-Mü’minîn’in ordugâhına sevkediliyorlardı. Çünkü o mek­tupta fakih ve muhaddislerin imtihan edilmesi de emrediliyordu. Onlardan bu görüşü kabul etmiyenler, prangaya vurularak Halîfe­nin yanına gönderilecek ve bu görüşü benimseyenler de, fetva ver­meye ve hadîs rivayetine devam edeceklerdi.

Bağdad’ta Halîfenin vekili kendisine verilen emri yerine getir­mek için derhal harekete geçti. Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Ara­larında Ahmed b. Hanbel de vardı. Onlara, istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösterilmeksizin Me’mun’un arzusuna göre muhakeme edileceklerini söyleyerek, tehditler savurdu. Fakîh ve muhaddisler istenileni yerine ge­tirdiler ve Kur’ân hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilân etti­ler. Ancak dört kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Han­bel, Muhammed b. Nuh, el-Kavârîrî ve Seccâde‘dir. Bunlar yaka­lanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı.

Ertesi gün olun­ca Seccade, Halîfenin vekili İshak’ın emrini kabul etti ve bağları çö­zülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler. Öbürgün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap istendi. el-Kavâvîrî’nin tahammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla beraberdi. Bunlar, zincirlerle bağlı olarak Tarsus’taki el-Me’mûn’un huzuru­na gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Han­bel, tek başına inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Fa­kat halinden memnundu. Ahmed b. Hanbel yolda iken Me’mun’un ölüm haberi geldi. Fakat Halîfe, dünyadan ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle muhaddislere, Kur’ân’m mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye devam edilmesini vasiyet etmiştir.

İşte bu yüzden Ahmed b. Hanbel ve inançlarından ayrılmayan diğer fakîh ve muhaddislerin uğradığı mihnet uzayıp gitti. Bu mih­net Me’mun’un 218 H. yılında ölümüyle sona ermedi, daha da yay­gın bir hal aldı ve ıstırap arttı, daha çetin ve daha şiddetli devrele­re girdi. Me’mun’un vasiyetleri arasında, insanların şiddet ve baskıy­la Kur’ân’ın mahlûk oluşunu kabule zorlanmaları ve Ahmed b. Ebi Düâd‘ın (öl. 240 H.) görevinde kalması yer alıyordu. İşte bu be­lânın başı o idi. İşkence etmek için Halîfeyi o kışkırtıyordu. Hattâ Halifenin mektuplarını o kaleme alıyordu. Ölüm hastalığında iken Me’mun’un iradesine hâkim olan o idi. Nihayet Halîfe onun tesiriy­le bu emirleri vermiş ve bu vasiyetlerde bulunmuştur.

Ahmed b. Hanbel, zircirlerle bağlı olarak kendisine getirilirken Me’mun ölmüştü. Ölüm haberi ilân edilince Ahmed b. Hanbel Bağdad’a geri getirildi. Hakkında yeni bir emir çıkıncaya kadar zindan­da kaldı. Sonra Halîfe Mu’tasım (öl. 227 H)’ın huzuruna çıkarıldı. Ürkütülüp korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiç­birisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel’in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar. Her defasında bayılmadıkça bırak­mıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman bile bir şey hissetmi­yordu. Bu ameliye, fasılalarla tekrarlanıyordu. Yirmi sekiz ay kadar zindan­da bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak evine iade ettiler. Fakat İmam Ahmed b. Hanbel, zindanda uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücudundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lâkin O, yi­ne de muzafferdi.

Ahmed b. Hanbel, yaraları iyi olup mescide gelme imkânına ka­vuşuncaya kadar ders ve hadîs okutmaktan mahrum kaldı. İyileşin­ce fetva ve hadîs derslerine başladı. Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Onu dinlemek için daha çok rağbet ettiler ve onun derslerine koştular. Mu’tasım’dan sonra el-Vâsık (öl. 232 H.) halîfe oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu se­bepten Ahmed b. Hanbel’e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fa­kat bu sefer, Ahmed b. Hanbel’in Mu’tasım devrinde olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Çünkü bu, halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halîfenin fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler, baskı ve zorla yayılmaz. Ahmed b. Hanbel’in karşılaştığı yeni mihnet, onu insanlarla düşüp kalkmaktan, hadîs rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı. el-Vâsık, ona şöyle demiştir:

«Senin yanına hiçbir kimse gelmeyecek ve sen benim bulundu­ğum hiçbir yerde oturmayacaksın!»

el-Mütevekkil (öl. 247 H.) halîfe olunca bu mihneti kaldırmış, fakîh ve muhaddislere yakınlık göstermiş, Mu’tezilîleri de saraydan uzaklaştarak ellerindeki imkânları almıştır.

Tarihin hakkını yerine getirmek için söylemeliyiz ki, fitne (mih­net) umumî idi. Ahmed b. Hanbel‘e mahsus değildi. Diğer fakîh ve muhaddislere de şâmildi. Bunlar arasında İmam Şafii’nin talebesi el-Buvaytî de vardı. O da bu uğurda zindana atılmıştı.

Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir:

– Bu büyük mü’min için, görünüşte onların re’yine muvafakat ederek ve doğru bildiği şeyi kendi içinde gizleyerek, hem nefsini işkenceden kurtarmak hem de fetva ve hadis rivayetini aksatmamak daha iyi olmaz mı idi?

Buna şöyle cevap verilebilir:

İslâmî hükümlerin tatbik edildiği bir İslâm diyarında, takiyye (inancını korktuğu için gizleme), emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’I-münker esasına aykırı düşer. Ahmed b. Hanbel gibi hadîs ve fetvada büyük bir mevki işgal eden kimse için susmak caiz değildir, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek, onun va­zifesidir. İsterse bu uğurda O, en ağır işkenceye uğrasın, görüşün­de ısrar etmesi gerekir. Müslümanların iktidâ ettiği imamlar için takiyye caiz değildir. Çünkü bu, insanların sapıtmasına sebep olur. Öte yandan imamlar, inançlarına muhalif olan şeyleri söylerse halk tabiatıyla onların kalblerinin içini bilmemektedir onlara uyar, söylediklerini hakikat sanır ve böylece fesat umumileşmiş olur. Ka­naatimizce bu yüzden İmam Ahmed b. Hanbel’in işkenceye sabret­mesi daha iyi olmuştur.

Kur’ân’ın Yaratılmış Olup Olmaması Hakkında Ahmed b. Hanbel ve Diğerlerinin Görüşleri

Bu mihnet hikâyesini burada bırakıp Ahmed b. Hanbel‘in görü­şüyle Mu’tezilîlerin görüşlerinin hakîki mahiyetini anlatmamız da­ha iyi olacaktır.

Mu’tezilîler, Kur’ân’ın yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onla­ra göre, Kur’ân’ın yaratılmış olması, onun Allah kelâmı ve Peygamber’in mu’cizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü onu yaratan ve Peygamber’e vahiy suretiyle gönderen Allah’dır. O, Kur’ân’ı Peygamber (asm)’ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir ki­tap olarak göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak isteseler, bunu gerçekleştiremezler.

Mu’tezilîlerin Kur’ân’ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esa­sa dayanır:

1. Allah’dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmış­tır. Şüphesiz Kur’an da, Allah’dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.

2. Kur’ân, insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur’ân var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu göste­rir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.

3. Kur’ân’ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması ge­rekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kadîm olabilir. Kur’ân’ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da Hristiyanların Hz. İsâ (as) hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.

İşte bu konuda Mu’tezilîlerin görüşleri bundan ibarettir. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel’in görüşü nedir?

Allah Kur’ân’da:

«Eğer müşriklerden birisi senden eman diler­se ona eman ver, tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin…»(Tevbe, 9/6) ve

«… Bilesiniz ki yaratma (halk) da emir de O’na mahsustur.»(A’raf, 7/54)

buyurmuş ve emrin de yaratmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yarat­madan başka bir şey olduğunu haber vermiştir!..

Ahmed b. Hanbel’in Halife Mütevekkile yazdığı mektupta yer alan ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu, yaratmasından ol­madığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur’ân’ı mah­lûk saymamaktadır.

Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir:

«Geçmiş(selef)lerimizin birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; “Kur’ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir.” demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsuz görüyorum. Ancak Allah’ın Kitabında, Peygamber (asm)’in hadîsinde, sahâbî ve tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları an­latıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»

Ahmed b. Hanbel, bu mektubu mihnetten kurtulup huzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektuptaki açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şüphesiz ki Kur’ân’ın yaratılmış olmadığını benimseyen­lerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.

Ahnıed b. Hanbel’e ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü bir­leştirmek için şu iki hakikati açıklamamız gerekir:

Ahmed b. Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki gö­rüşe sahip olmakla beraber bu mevzuda münakaşa yapılmasını menederdi. el-Me’mun’a gönderdiği bir mektubunun başında Pey­gamber (asm)’den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten sonra, Peygamber (asm)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir:

«Kur’ân üzerinde münakaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa et­mek küfürdür.» (Ebu Davud, Sünnet, 5)

Yine Ahmed b. Hanbel, bu mektubunda İbni Abbas’ın Kur’ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve kendisine Emîru’l-Mü’minîn (Hz. Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap verdiği­ni rivayet eder:

«Ey Emîr’ul-Mü’minîn, insanlar ne zaman bu ko­nuda münakaşaya girişirlerse herkes kendisinin haklı olduğunu id­dia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa düşer, ih­tilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (R.A.) de

«Ba­bana rahmet, vallahi ben de bunu insanlardan gizliyordum, ni­hayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.

Kur’ân kadîm midir, değil midir?

Bu soruya cevap vere­bilmek için Kur’ân’ın iki yönü üzerinde duracağız:

1. Kur’ân’ın mânâları: Bunlar, Allah’ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani Allah’ın ilmine dahildir. Allah’ın ilmi de kadimdir.

2. Kur’an’in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber’ine Rûhu’l-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail (as), bunları Hz. Peygamber (asm)’e okumuş, Hz. Peygamber (asm) de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de aynı şekilde onu tabiîlere öğretmiştir. Böy­lece Kur’ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir. İşte bize göre Kur’ân, bu yönüyle mahlûktur.

Böyle bir anlayış. Kur’ân’ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (asm)’in bir mu’cizesi oluşu­na aykırı düşmez. Kur’ân, Peygamber (asm)’in öyle bir mu’cizesidir ki, bü­tün müşriklere meydan okumuş; eğer Kur’ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on sûresini, yahut da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat müşrikler, bundan âciz kal­mışlardır.

Benzer Konular:

Cevapla